AK Parti hükümetleri iktidar olabildi mi? - Hanifi Yavaş
SON DAKİKA

AK Parti hükümetleri iktidar olabildi mi?


İnsanlar, kelimelerin ve kavramların anlattıkları üzerine düşünür ve bunun üzerine söylem geliştirirler. Üzerinde toplumsal uzlaşı bulunan tabirler, içinde yaşadığımız dünyayı anlamamızda bize fayda sağlar.

Bu nedenle kavramları kullanırken dikkat etmemiz gerekir.  Türkiye siyasetini anlamak ve adlandırmak için hükümet ve iktidar kavramlarını ve tanımları netleştirmemiz oldukça önemlidir.

Hükümet kelimesi “ Bir memleketi idare etmek" anlamına gelir. Demokratik sistemlerde, seçilen vekiller aracılığı ile ülkeyi yönetmektir.
İktidar ise hükümete geldikten sonra yönetme gücünü elinde bulundurmaktır.

Kimsenin itiraz edemeyeceği bu kavramlar ile düşünecek olursak,14 Ağustos 2001 yılında kurulduktan yaklaşık 1 yıl sonra  2002 genel seçimlerinde 365 milletvekili çıkararak tek başına hükümeti kuran AK Parti gerçekten iktidar olabilmiş midir?

Erbakan hükümetinin, 28 Şubat kararlarından sonra düşürülmesinden ders çıkaran Erdoğan hükümeti, ABD ve Batı ile uyumlu çalışma mesajları verse de kurulduğu günden itibaren, kendilerini bu ülkenin sahibi gibi gören, halktan kopuk jakoben zihniyet ile mücadele etmeye başladı. 

İlk olarak Sabih Kanadoğlu, 21 Ağustos 2002 yılında, Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek, Erdoğan’ın milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olmadığını, kurucu üye ve genel başkan olamayacağını belirterek AK Parti’ye ihtar verilmesini talep etti.
Anayasa Mahkemesi 9 Eylül 2002 tarihinde Erdoğan’ın kurucu üyelikten çıkarılması için AK Parti’ye ihtar verdi. 
Ancak Sabih Kanadoğlu’nun beklemeye tahammülü yoktu. AK Parti’nin, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihtar kararına uymadığı iddiasıyla 23 Ekim 2002 tarihinde AK Parti’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesine başvuruda bulundu.
Bu dava 7 yıl boyunca AK Parti'nin boynunda demoklesin kılıcı gibi sallandı. Dava 9 Temmuz 2009 tarihinde sonuçlandı. Siyasi Partiler Kanunu’nun 104. maddesi 9 Ocak 2002 tarihinde değiştirildiği için AK Parti kapatılmaktan kurtuldu.
2006 yılına gelindiğinde, Danıştay 8. Dairesi, anaokulunda öğretmenlik yapan bir kadını başörtüsü taktığı gerekçesiyle meslekten ihraç etti. 

Avukat olduğu açıklanan Alparslan Aslan isimli şahıs ise, bu kararı veren mahkemeye silahlı bir saldırı gerçekleştirmiş ve mahkemenin Başkanı Mustafa Yücel’i öldürmüştü.

Bu cinayet sonrası AK Parti’ye yönelik eleştirinin dozu sertleşti. Ülkenin bir numaralı sorunu artık rejim problemiydi. 

12 Haziran 2007’de başlayan Ergenekon kumpası. 

2007 yılına gelindiğinde başını Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) çektiği “cumhuriyet mitingleri” ise AK Parti için daha büyük bir krizin habercisiydi.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken TSK içinde iktidara karşı bir huzursuzluk gözleniyordu.

Ardından 19 Ocak 2007 tarihinde Hrant Dink cinayeti oluşturulmak istenen kaosa bir yenisini ekliyordu. 
27 Nisan 2007’de 367 krizi gölgesinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin gecesinde, CHP lideri Deniz Baykal'ında destek verdiği, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı ile AK parti, hükümet olduğunu ama iktidar olamadığını bir kez daha anladı. 

Hükümet sözcüsü, kameraların karşısına geçerek e-muhtıranın kabul edilemez olduğunu söyleyerek dik bir duruş sergiledi. 
Bu olaydan sonra borsa bir gecede yüzde 12 değer kaybetmişti. 

Ancak birileri işi şansa bırakmayarak, Anayasa Mahkemesi ilk davayı sonuçlandırmadan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya tarafından 14 Mart 2008 tarihinde ikinci kapatma davasını açmıştı. 
Aynı yıl içinde kapatma davası sonuçlandı ve bu karara göre bir partinin kapatılabilmesi için Anayasa Mahkemesinin 11 asıl üyesinin en az 7'sinin oyu gerekiyordu. Oylamada kapatılmasını isteyenlerin sayısı 6'da kalmıştı. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 69. maddesine göre temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma kararı da verebiliyordu. Anayasa mahkemesinden AK Partinin hazine yardımının yarısının kesilmesi kararı çıktı.
Bundan sonraki süreç farklı gelişmeye başladı. İçerideki ABD-İSRAİL aparatları iktidarı düşürmek için yeni yöntemlere başvurmaya başladılar. İçerideki kavgaların miladı 2009 yılı. 
Neden 2009? Başbakan Erdoğan, 29 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e, “one minute” çektikten sonra Erdoğan’ın kalemini kıran Yahudi diyasporası, ihaleyi bugünler için Pensilvanya’da besledikleri FETÖ’ye vermişti. “One minute” üzerine, FETÖ’nün, Erdoğan’ı devirmek için yoğun bir şekilde sesli ve görüntülü kayıtları almaya o zaman başladığı ortaya çıktı.
Örgüt o kadar ileriye gitti ki Başbakan’ın evinde ve Başbakanlık konutunda dinleme amaçlı “böcek” bile yerleştirmişlerdi.
Yıl 2012'ye geldiğinde, terör örgütü elebaşı Fetullah Gülen'den talimat alan örgüt üyeleri, dönemin hükümeti ve Başbakanı'na yönelik kumpasın düğmesine bastı. 

O dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümete yönelik kumpas için 7 Şubat 2012'de harekete geçen FETÖ'nün yargıdaki üyeleri, MİT Müsteşarı Hakan Fidan dahil 5 kişiyi, kapatılan özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekilliğine ifadeye çağırdı.

Erdoğan, Hakan Fidan'a ifade vermeye gitmemesini söyleyerek kumpası bozdu. MİT kumpasını planlayan ve soruşturmayı yürüten savcı ve emniyet müdürleri görevden alındı.

2013 yılına geldiğimizde yeni bir senaryo uygulamaya konuldu. 
Gezi Parkı. 
Gezi parkı olayları Arap baharı ayaklanmalarının Türkiye versiyonudur. 
18 Aralık 2010 tarihinde Tunus'ta başlayan ve daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e ve ülkemize de sıçrayan bir harekettir.
Gezi Parkı'nda Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında ağaçların başka yere taşınacağı gerekçesiyle bir grup tarafından 27 Mayıs 2013'te başlatılan eylem, ülke geneline yayılarak o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ve hükümeti hedef aldı. 
Gezi Parkı odaklı eylemlerin yapıldığı 27 Mayıs ile 15 Haziran 2013 arasında yaşanan olayların Türkiye'ye doğrudan maliyetinin 1,4 milyar dolar, dolaylı maliyetinin ise 100'lerce milyar doları bulduğu Erdoğan tarafından açıklanmıştı.
Gezi parkı ayaklanmasından sonuç alamayan güçler bu kez 17-25 Aralık 2013 yılında yargı darbesi ile iktidarı yıkmaya çalıştılar.
FETÖ terör örgütü durmak bilmiyordu. Bu defa siyasi iktidarı gerek iç kamuoyunda gerekse uluslararası alanda "teröre destek veren bir ülke" konumuna düşürmek için, 

1 Ocak 2014'te Hatay'ın Kırıkhan ilçesi ve 19 Ocak 2014'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde, Millî İstihbarat Teşkilatı'na ait olduğu belirlenen ve içinde Suriye'ye gitmek üzere askerî mühimmat bulunan TIR'ların durdurulması ile yeni bir girişimde bulundular. 
Devlet içine çöreklenmiş hainlerin bu girişimine karşıda dik duruş sergilendi ve MİT tırlarının durdurulmasını organize ettikleri gerekçesiyle FETO terör örgütünün, 11 "sivil imamı" ile eski bir Tuğgeneralin de aralarında bulunduğu 50 sanıktan 27'si 1 yıl 10 ay 15 gün ile ağırlaştırılmış müebbet arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı.
Bütün saldırıları denemesine rağmen başarılı olamayan ABD ve İsrail'in içimizdeki ajanları, 15 Temmuz gecesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun şahsında Erdoğan'a yönelik Yurtta Sulh Konseyi yönetimindeki Çiğli 2. Ana Jet Üs Komutanlığı'nda Muharebe Arama Kurtarma (MAK) timi üyelerince  suikast ve darbe operasyonu başladı. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bütün riskleri göze alarak İstanbul'a dönmesi ve telefon ile katıldığı bir canlı yayında halkı direnişe çağırması ile birlikte halk sokaklara dökülüp tankların önüne siper oldu. O gece 251 kişi şehit olurken, 2 bin 196 kişi de  gazi oldu. Ve darbe girişimi başarısızlık ile sonuçlandı. 
Böylesine milli bir konuda bile ana muhalefetin kontrollü darbe söylemi ile iktidarı suçlaması, Ak Parti'nin hangi zor koşullarda siyaset yaptığının göstergesidir. 

AK Parti iktidarı boyunca, demokrasiye sahip çıkmak için birçok sınav verdi. 
E-Muhtıra, kapatma davası, gezi olayları, 17-25 Aralık polis/yargı kumpası gibi bir çok olaylar karşı karşıya kaldı.
Bu koşullarda AK Parti'nin 20 yıllık bir hükümet olduğu kuşkusuz ama iktidar olabildiği tartışılır.
 

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI